Silahları en genel haliyle ikiye ayırabiliriz. Bunlara İngilizce literatürde “force-multiplier” ve “force-equalizer” deniyor. Biz “Güç-Çoğaltan” ve “Güç-Eşitleyen” diyebiliriz.
Mızrak, herhalde dünyanın en eski silahlarından biridir. Basit makineler prensibiyle çalışır. Sivri uç, arkasındaki kuvvetin çok küçük bir yüzeye, bir noktaya uygulanmasını sağlar ve bu sayede basıncı arttırır. Küt bir değneği aynı kuvvetle savurarak bir adamın derisini delemezsiniz. Ancak mızrak ucu takılması, aynı kuvvetle savrulan değneğin deriyi, hatta bazen zırhı delmesini sağlar. Bu tür silahlar, güç-çoğaltan silahlardır. Gücü yönlendirir, arttırırlar; elverişli bir şekilde kullanılmasını sağlarlar, dönüştürürler. Ancak son tahlilde önemli olan, kullananın gücüdür. Daha güçlü bir adamın elindeki mızrak, daha zayıf bir adamın elindeki mızraktan daha faydalıdır.
Ateşli silahlar ise Güç-Eşitleyen silahların en güzel örneği. 10 yaşındaki bir çocuk, ağır sıklet boks şampiyonuyla aynı etkinlikte silah kullanabilir. Çocuğun fiziksel olarak ne kadar güçlü olduğu önemli değildir, ateşli silah kullanmayı bilmesi yeterlidir.
Güç-Eşitleyen keşifler tarihte pek çok defa dönüm noktası yarattı. Bizim Tatar Yayı dediğimiz crossbow bunun en bilindik örneğidir. Bir okçu yetiştirmek için, çocuk yaştan itibaren eğitmelisiniz. Yaygın kanının aksine, okçular öyle tıfıl, çelimsiz adamlar değillerdi. Hatta muhtemelen cüsse olarak orduların en iri kıyım adamlarıydılar. Zira yayların çekim kuvveti 40, hatta 50 kiloya tekabül ediyordu. 60, 70 kiloluk uzun ve kompozit yaylar mevcuttu ki, Bernard Cornwell’in eşsiz ifadesiyle bu, tek elinizle yetişkin bir adamı yarım metre kaldırmaya tekabül eder. Kılıç kullanan askerlerin de en az birkaç yıl talim yapması gerekirdi. Orduların büyük kısmı ise daha az talim gerektiren mızrak türü silahlar kullanırdı.
Ancak Tatar Yayı sahneye çıkınca bütün dengeler bozulmaya başladı. Yıllarca kılıç ve at sürme talimi yapmış, pahalı zırhı ve destrier denen, savaş için özel yetiştirilmiş, bugünün parasıyla lüks araba kadar pahalı savaş atıyla bir şövalye, beş dakika eğitim alıp Tatar Yayı kullanmayı öğrenmiş bir köylüyle eşitlenmişti. İsyancılar ya da küçük asiller, gerekli finansmanı bulabilirlerse, Tatar Yayı kullanan “avam”dan müteşekkil ordular kurabiliyor, zırhlı, yılların tecrübesine sahip süvarileri kırıp geçirebiliyorlardı.
Bunun bizdeki yansıması da elbette “tüfeng icat oldu mertlik bozuldu”. Kansu Gavri’nin bizden çok daha kalabalık ve üstün nitelikli ağır süvarisine üstünlük sağladıysak, ateşli silahlarımız, toplarımız sayesindedir.
Tatar Yayı’nı takiben ateşli silahların tek bir asker tarafından kullanılabilecek kadar ufalması ve “tüfek”in atalarının doğması, yalnızca savaş alanlarında değil, toplumsal düzenin bütün alanlarında değişimler tetikledi. Soylu sınıfların üstünlüğü git gide azaldı ve “millet orduları” teşkil edilebildi. Askerlik bir sınıf meşgalesi olmaktan büsbütün uzaklaştı; soylular uzun süre subaylık nişini işgal etmeye devam etseler de, savaş talimi yapabilen ve pahalı savaş aletlerini alabilen soyluların canı, “beş paralık kurşunla” gider olduğundan, artık avamla aristokrasi eşitlenmişti. Bir de tarım toplumu görüntüsünden uzaklaşıp, rekolteyi arttıran, sanayileşen ülkeler, iş gücünün en fazla %3’ünün savaş maksatlı kullanımına izin veren tarım toplumu kısıtlamalarından kurtuldular. Güç-Eşitleyen silahlar, bir nevi, bugün dünyanın ekseriyetine hakim olan eşitlik, demokrasi, hukuk gibi ilkelerin var olabilmesini sağladılar.
Şu haliyle orantısız iki güç karşılaştığında, akla ilk geldiği şekliyle “daha iyi silahlar” aramak, savaşın taraflarından zayıf olanı yenilgiye mahkum edebilir. Zira silahlarınız daha iyi olsa da, iki tarafın da silahlarının cinsi “Güç-Çoğaltan” ise, halihazırda güçlü (kalabalık vs.) olan taraf her zaman yenecektir. Zayıf olan tarafın “Güç-Eşitleyen” bir silah arayışına girmesi gerekir. Fakat bu da her zaman olumlu sonuçlanmaz, silah her zaman kendinden bekleneni vermez. Ya da kafamızda güç-eşitleyen olarak kurguladığımız silahın öyle olmadığı ortaya çıkar.
Örneğin çaresiz durumdaki Japonya, Kamikaze saldırılarını bir nevi Güç-Eşitleyen silah olarak görmüştü. Endüstrisi Amerika’yla aşık atabilecek durumda değildi, Amerika çok daha fazla uçak gemisi, saffıharp gemisi ve kruvazör üretebiliyordu. Japonya, orantısızlığı ortadan kaldırmak için intihar eylemlerini bir yol olarak gördü. Tabii bu işe yaramadı, zira Kamikaze saldırıları yeterince Güç-Eşitleyen silahlar değillerdi. Ancak Japonya nükleer silah geliştirebilse ve bunu Amerika’nın hiç değilse Batı sahillerini vuracak bir aracıya (füze, stratejik bombardıman uçağı, denizaltı vs.) yükleyebilse o zaman gücünü eşitlemiş olacaktı.
Bir teori, irili ufaklı devletlerin nükleer silah sahibi olmasının, dünya barışını pekiştirdiğini söyler. Zira bu silahlar güç eşitleyicidir. Karşılıklı Kesin Yokoluş senaryosunun varlığı da, nükleer güçlerin birbirleriyle savaşmasını engeller.
Bilindik anlamıyla değil, ancak “cihaz” yahut “yol, yöntem” anlamıyla silahlanmayı elbette siyasi hareketler için de değerlendirebiliriz. Her siyasi hareketin, iktidar yolunda yahut iktidarı elinde tutmak için “silah”ları vardır. Bu silahlardan en tesirlisi ve en tehlikelisi elbette “din”; ancak tek silah o değil.
Türk milliyetçilerinin silahlarının ne olduğu konusu hep kafamı kurcalıyor. Siyasi parti? Partiler, hiç değilse mevcut Türkiye rejiminde, birer güç-çoğaltan silah. AKP’nin karşısında tek silahınız bir siyasi partiyse, bir nevi kaybetmeye mahkumsunuz, zira karşınızda daha fazla potansiyel gücü olan, dolayısıyla aynı güç-çoğaltan silahı kullandığında sizi her defasında mağlup edebilecek bir yapı var.
İnsanın aklına, vaktiyle devlet projesi olarak Türk Dünyası ile bağlar cemaatler, tarikatler üzerinden değil de, hakiki Turancılar üzerinden kurulsaydı, bugün bu network Türk milliyetçilerinin elinde ciddi bir güç-eşitleyen silah olabilir miydi sorusu geliyor… Öyle ya, bu bölgedeki ekonomik faaliyetlerden zenginleşen, bu bölgelerde üslenebilen bir Türk milliyetçisi ağ, ülkesinde ne kadar tecrit ve tehditle karşılaşırsa karşılaşsın, bir şekilde gücünü eşitleyebilirdi. Mevcut haliyle bağımsız ve biat etmeyen Türk milliyetçileri, en başta finans olmak üzere birçok imkansızlık yüzünden kalabalık olsalar da örgütlenemiyorlar.
Tabii bir de günümüzün artık klişeleşen fenomeni, sosyal medya var. Sosyal medya, evet, birçok yönüyle bir güç eşitleyendir. Weber toplumun üç işlev üzerinden teşkil ve tesis edildiğini söylüyor: para, güç, şöhret. İlk ikisine ulaşması zor olan kesimlerin, üçüncüye yönelmesi beklendiktir. Etkilidir de. Ancak sosyal medya, aradığımız güç-eşitleyici midir? Medya düzleminde evet. Büyük medya patronlarıyla aşık atacak bir “kapsama alanı”na ulaşmanız mümkün. Ancak en genel haliyle sosyal medya bir güç eşitleyici değildir. Zira kullanıcı kitlesiyle sınırlıdır.
Sol yapılar yıllarca “ordu”ya güç-eşitleyici muamelesi yaptılar. Türkiye’de MDD akımı bunun temsilcilerindendir. Toplum yapısı itibariyle marjinal bir gruptan ibaret olan sol örgütler, ancak orduya sızmak ve onu doktrine etmek yoluyla mücadele ettikleri kurulu düzenle eşitlenebileceklerini söylerler ki, hiç değilse dönemi için, haklıdırlar. Yakın dönemdeyse sosyal medyaya yöneldiklerini görüyoruz: Ekşi Sözlük bir ara bütün sol örgütlerin birer temsilcisinin bulunduğu bir mecraydı. Zira broşür dağıtmaktan daha etkiliydi. Ancak Ekşi Sözlük’ün akıbetine bakın: Nihayetinde gücü kalabalığında kitlenin tesirine girdi. Artık eskisi kadar siyasi propaganda yok, varsa da görünürlüğü azaldı. Ekşi Sözlük, kalabalığa yenildi. Demek, sosyal medya araçları belli bağlamlarda güç-eşitleyici iken, uzun vadede güç-çoğaltan olabiliyorlar.
Bir süredir “yeni bir milliyetçi söylem ve yapı” arayışında olduğumuz, bu maksatla büyük ve küçük toplantılar düzenlediğimiz malum. En genel ve teorik haliyle vardığım nokta şu: Türkiye’de Türk milliyetçileri kalabalıktır. Bu güç demek, ancak bu kalabalığı bir arada tutan ve güce dönüştüren bir yapı olmadığı için, Türk milliyetçileri zayıftır. Hele, iktidara eklemlenmiş sözde-milliyetçi unsurlar varken, gücünü toplamak şöyle dursun, sürekli kan kaybediyor. Bu kadar kalabalık olduğu halde bu kadar güçsüz bir yapı olarak şaşırtıyor. O halde, yeni bir söylem ve yapı arayışında iki hedef olmalıdır: Kalabalığı toplayarak güç elde etmek ve bunu alışıldık, “güç-çoğaltan” yapılar dahilinde seferber etmek yahut bir silah keşif/icat ederek, iktidar karşısında doğru ve namuslu milliyetçiliği temsil eden azınlığın gücünü eşitlemek.
İlkinin mümkün olup olmadığına dair fikirlerim değişkenlik gösteriyor. Bahçeli’nin MHP’nin başından gitmesi bir ümit ışığı doğurur mu? Doğru insanla, evet. MHP, doğru insanı Bahçeli’den sonra seçecek bir parti midir? Bahçeli’ye yıllardır tahammül eden, onu teşvik eden, Bahçeli’yi Bahçeli yapan kitle, halihazırda MHP’nin kitlesi. MHP’de kalıp muhalif olanlar varsa da, partide söz sahibi değiller. Dostluk, arkadaşlık bağları ve prestijleri sayesinde Bahçeli sonrasında söz kazanabilecek olsalar da, yıllardır Bahçeli’nin her dediğini ve yaptığını desteklemiş kitleyi bir gecede partiden kapı dışarı edemeyecekleri, hatta onlarla çalışmak zorunda kalacakları aşikar. Dolayısıyla bu ihtimal zayıf.
İYİ Parti’ninse maalesef böyle bir derdi olmadığını görüyorum.
Öyleyse tek yol, yeni bir silah keşfetmek ya da icat etmek gibi duruyor. Bunun sosyal medya olmadığı aşikar; sosyal medya önemlidir, faydalıdır ancak yeterli değildir. Cazibesine çok kapılmamak lazım. Silahın ne olduğunu henüz bilmiyorum, ancak kişisel mesaimi bunun üzerine kafa yormaya vakfedeceğim ve değerli okurlarımdan da bunu rica, görüşlerini benle paylaşmalarını istirham ediyorum.
“Şimdi sizden kılıcı olmayan abasını satıp bir kılıç alsın.”
Köşe Yazıları
Yayınlanma: 18 Kasım 2019 - 15:23
Milliyetçileri Silahlandırmak
Silahları en genel haliyle ikiye ayırabiliriz
Köşe Yazıları
18 Kasım 2019 - 15:23