Woke'un Felsefi Kökenleri (Çeviri)
Piskopos Robert Barron'un 21. Haziran 2023'te Acton University'de verdiği dersin metnini Türkçe çevirisini paylaşıyoruz. Barron, bütün dünyada yeni sola hakim olan felsefi anlayışları Amerikan perspektifinden irdeliyor.
Bugün Batı’daki kültürel söylemin merkezindeki temel mesele “wokeizm” olarak adlandırılan düşünce ve eylem sistemidir diyebiliriz. Bu düşünce yapısı ve uygulama tarzı, şaşırtıcı bir şekilde siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarımızın neredeyse her köşesine sızmış durumda ve kültürümüz üzerinde son derece zararlı bir etkisi var. Büyük siyasi partilerimizden biri büyük ölçüde woke fikirleri savunmak ve woke stratejileri uygulamak etrafında örgütlenmişken, diğer büyük parti ise bu fikir ve stratejilere karşı örgütlenmeye başlamış durumda.
Bu konuda çok fazla hararetli tartışma var, ancak genellikle insanlar wokeizmi savunurken ya da eleştirirken tam olarak neyi konuştuklarını bilmiyorlar. Benim temel iddiam şu: wokeizm, 2020 yazında aniden ortaya çıkan gelip geçici bir ideoloji değil; aksine, uzun ve net biçimde izlenebilir bir entelektüel geçmişe sahip. Ona karşı duracaksak—ki ben duruyorum—bunu yüzeysel değil, kökenlerini anlayarak ve entelektüel bir donanımla yapmak zorundayız.
Bir tanımdan ziyade bir tasvirle başlamak gerekirse, wokeizmin esasen Eleştirel Teori’nin popülerleşmiş hali olduğunu söyleyebilirim. Bu konuşma boyunca açıklamaya çalışacağım Eleştirel Teori, 20. yüzyılın ortalarında özellikle Fransız ve Alman akademilerinde gelişen bir entelektüel harekettir. Bu akımla ilişkilendirilen bazı isimler arasında Max Horkheimer, Theodor Adorno, Herbert Marcuse, Jacques Derrida ve Michel Foucault yer alır. 1960'lar ve 70'lerde bu düşünce yapısı Amerikan akademisine taşındı. René Girard, yaşasa wokeizme karşı olacak bir isim olmakla birlikte, 1960'ların sonlarında Derrida’nın ilk kez Amerika’ya geldiği dönemde Johns Hopkins Üniversitesi’nde bir konferansın düzenlenmesinde rol oynamıştı. Girard, bu anı Fransız yapısalcılığının ve postmodernizmin Amerikan akademisine giriş yaptığı an olarak tanımlar. Bu fikirler orada onlarca yıl boyunca olgunlaştı ve nihayet 2020 yazında, bir bakterinin toplumun genel dolaşım sistemine yayılması gibi, kamusal alana sıçradı.
Bu karmaşık entelektüel geleneği hakkıyla kavrayabilmek için en az iki ya da üç dönemlik ders almak gerekir; ancak ben bu kısa sunumda, eleştirel teoriyi oluşturan beş temel damarı bir araya getirmeye çalışacağım. Bunu yaparak, wokeizmin entelektüel altyapısını bu teori geleneğinin oluşturduğunu sizlere göstermeyi amaçlıyorum. Ardından, Katolik Sosyal Teorisi’nin wokeizmin dayandığı varsayımlarla nasıl köklü bir karşıtlık içinde olduğunu ortaya koymak istiyorum. Ümidim, bu çalışmanın hem entelektüel hem de pratik düzeyde bu tehlikeli harekete daha sağlıklı şekilde karşılık verebilmemizi sağlamasıdır.
Modern Benliğin Radikalleşmesi
Eleştirel Teori’nin ilk özelliği, modern benlik anlayışının radikalleşmesidir. Modern felsefenin en önemli iki figürü René Descartes ve Immanuel Kant’tır. Her ikisi de özne ile nesne arasındaki ilişkiyi kökten değiştirerek adeta bir Kopernik devrimi gerçekleştirdiler. Modernitenin doğduğu yeri görmek isterseniz, bunu Almanya’nın Ulm kentinde bulabilirsiniz. Descartes, o dönem Bavyera ordusunda askerlik yaparken felsefenin temellerini aramak için ısınan bir odaya çekilir. Orada meşhur ifadesini formüle döker: Cogito ergo sum — “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Gelenek, din ve hatta duyusal deneyim hakkında şüphe duyabilirim; ancak şüphe duyduğumdan şüphe edemem. Bu nedenle, kesin olan tek şey benim düşünmekte olduğumdur.
Descartes’ın önerdiği şey şudur: Nesnelliğin bütünü, yargılanmak üzere öznelliğin mahkemesine çıkarılmalıdır; çünkü mutlak kesinliğe sahip tek gerçek, cogitodur. Bu temele dayanarak, Descartes keskin bir ayrım yapar: Res extensae (yani dış dünyadaki “uzantılarımız”) ile res cogitantes (yani içteki “düşünen”) arasında. Böylece beden ile ruh arasındaki radikal ayrım, moderniteye miras kalan tipik bir insan anlayışı (antropoloji) hâline gelir.
İkinci figür olan Kant, meşhur eseri Saf Aklın Eleştirisi’nde, geleneksel felsefenin temel kategorilerinin—zaman, mekân, nedensellik, özdeşlik vb.—aslında dış dünyada değil, zihinde bulunduğunu, yani bunların a priori yapılar olduğunu ileri sürer. Buna göre zihin, gerçekliğin etrafında dönmez; tam tersine, gerçeklik zihnin etrafında döner.
Kant’ın ahlaki yaşam anlayışında da benzer bir durum görürüz. Ona göre sınırsız anlamda iyi denilebilecek tek şey “iyi niyet”tir. Kant, dış dünyaya değil iç dünyaya öncelik verir: Doğru ya da yanlış olanı belirlemek için dış dünyadaki eylemlerime bakmam; bilakis ahlaki doğruluk ya da yanlışlık, bizzat kendi varlığının kökünde keşfettiği kategorik imperatif tarafından yönlendirilen irade tarafından belirlenir.
Descartes ve Kant’ın felsefelerinde gördüğümüz bu hamleler—yani gerçek benliğin bedenin karşısında, derin ve gizli bir kimlik merkezine yerleştirilmesi—köklerini antik gnostisizmde bulur. Gnostisizm de benzer şekilde içsel olanı dışsal olana üstün tutar. Bu konuda Cyril O’Regan’ın çalışmalarına bakılabilir. Ancak ben derim ki, postmodernler ve eleştirel teorisyenler, Descartes ve Kant’ın şekillendirdiği bu modern benlik anlayışını radikalleştirerek, gizli, içsel ve “gerçek” benliğe beden üzerinde tam bir hâkimiyet verirler.
Bu bakış açısı, belki de en uç ifadesini Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluğunda bulur. Sartre, varoluşçuluğu “özden önce varoluş” olarak tanımlar. Onun terimleriyle ifade edecek olursak, özgürlük anlam ve amacı önceleyen ve belirleyen şeydir. Kim olduğum, belirli nesnel verilere değil, benim bağımsız seçimime bağlıdır.
Eğer bugün cinsiyet kimliği etrafında kullanılan söylemde bu entelektüel devrimin etkisini görmüyorsanız, yeterince dikkat etmiyorsunuz demektir. Defalarca şu mesaj veriliyor: “Gerçek benliğim,” taşıdığım bedenden farklı bir şey olabilir ve bu içsel benlik, beden üzerinde egemenlik kurabilir. Cinsiyet akışkanlığı, Sartre’ın zamanında gündemde olmasa da, onun radikalleştirilmiş modern benlik anlayışından—yani içsel olanın dışsal olana üstünlüğünden—doğal biçimde türemektedir. Ve artık Descartes’ın cogitosu ya da Kant’ın a priori fikirleri yerine, postmodern düşünürler zihinlerimizde önceden var olan kültürel önyargıların, kaçınılmaz olarak gerçeklik algımızı biçimlendirdiğini savunurlar.
Elbette bu anlayışın karşısında, hem Kitab-ı Mukaddes’in hem de klasik düşüncenin savunduğu benlik anlayışı yer alır: Gerçek benlik, beden ve ruhun birliğidir. Benim entelektüel kahramanım Aziz Thomas Aquinas’ın, ruhun bedenin “formu” olduğunu ısrarla vurgulaması bu bağlamda çok anlamlıdır. Çünkü bu yaklaşım, ruhun beden üzerinde keyfi bir egemenlik kurmadığını varsayar. Aksine, ruh bedeni kapsar, ona hayat verir, onu kendi özüne kavuşturur. Thomas, ruhun “bedenin içinde, onun tarafından kuşatılmış olarak değil; bedeni kuşatan olarak” bulunduğunu söyler. Bu nedenle, “gerçek benliğim içeride, bedenim dışarıda” şeklindeki dikotomik ayrım geçerli değildir. Ne yazık ki, bu son derece hatalı antropoloji bugün artık sorgulanmadan kabul edilir hâle gelmiştir ve bizim buna açıkça karşı durmamız gerekir.
Hakikatin İzafileştirilmesi
Postmodernizm ve Eleştirel Teori’nin ikinci temel özelliği, hakikat iddialarına karşı duyulan derin bir şüphedir. Bu pozisyona karşı çıkan bir argüman, ta Platon ve Augustinus’a kadar uzanır: Radikal bir şüphecilik benimsediğinizde, kendi teoriniz hakkında da şüphe duymuyor musunuz? Buradaki ironik çelişki şudur: Hakikatin izafileştirilmesini savunanlar, kendi teorilerinin doğru olduğuna gerçekten inanırlar!
Bu şüphecilik anlayışı içinde, Eleştirel Teori yalnızca klasik düşünceye değil, Aydınlanma’ya da karşı durur. Nietzsche’nin perspektivizminden ilham alan eleştirel teorisyenler, hakikatin kendisine hiçbir zaman ulaşamayacağımızı, yalnızca ona dair sınırlı bakış açılarına sahip olabileceğimizi savunurlar. Objektif hakikat iddialarının arkasındaki perdeyi sürekli aralar ve orada güç oyunlarını görürler. Eğer yalnızca “senin hakikatin” ve “benim hakikatim” varsa, o zaman “hakikat” denilen şey aslında güçlülerin kendi ayrıcalıklarını sürdürmek için kullandığı bir silahtan ibarettir.
Bu anlayışın büyük kısmının ilham kaynağı, eleştirel teorinin adeta azizi sayılan düşünür Jacques Derrida’dır. Yoğun biçimde karmaşık olan metinleri meşhur olduğu üzere “okunamaz” kabul edilir; ancak postmodernizm için bir tür kutsal metin işlevi görürler. Derrida en çok, Batı felsefesinin logos-merkezli (logocentric) geleneğine karşı geliştirdiği “yapısökümcü” (deconstructionist) yaklaşımıyla tanınır. Antik dönemlerden bu yana var olan bir inanca göre, logos—yani dil, söz—bizi hakikate, gerçekliğin kendisine ulaştırabilirdi. Örneğin Aquinas, zihnin gerçeklikle dil aracılığıyla kurduğu uygunluk (correspondence) ilişkisini savunmuştu: Sözler, şeylerin nasıl olduğunu anlamamıza imkân tanırdı.
Derrida bu yaklaşımı yapıbozuma uğratır ve şu spekülatif iddiayı ortaya atar: "Il n’y a pas de hors-texte" — “Metin dışında hiçbir şey yoktur.” Yani elimizde olan şey, onun différance dediği sonsuz bir anlam oyunu hâlinde dönen sözcüklerdir. Kelimeler yalnızca başka kelimelere gönderme yapar; bu yüzden daima bir metinler ağı içinde kalırız ve anlam sürekli ertelenir. Bu noktada, Derrida’nın ünlü kelime oyununa geliriz: différence (sözcüklerin farkı), différance (anlamın ertelenmesi) ile birleşir. Artık şeylerin ne olduğunu tam olarak bilemeyiz; hakikat, sonsuz şekilde açık uçludur.
Tanıdık geliyor mu? Bir zamanlar Fransız akademisinin dar, seçkin çevrelerinde fısıltıyla dile getirilen bu fikirler, bugün genç kuşakların büyük kısmı için varsayılan dünya görüşü hâline gelmiş durumda.
Bir konferansta Derrida’yı dinlemiştim; biri ona “Yapısökümcülüğü nasıl tanımlarsınız?” diye sordu. O da Fransızca şöyle cevap verdi: “Viens, oui, oui” — “Gel, evet, evet.” Bu ifadeyle anlatmak istediği şey, sürekli olarak yeniye, anlamın taze bir biçimlenişine açık olmaktır. Bu kulağa olumlu gelebilir, fakat bunun karanlık yönü şudur: Artık nihai bir hakikat yoktur, hiçbir mesele kesin biçimde çözülemez. Her zaman ortaya çıkabilecek yeni bir şey, metni yeni bir şekilde yorumlayacak bir yol daha vardır. “Ben kimim?” “Hayatımın amacı nedir?” “Benim cinsiyetim ne?” — “Viens, oui, oui.” Yani: “Gel, yeniden düşün. Eski bakış açılarına bağlı kalma. Açık ol.”
Bu düşünce komik derecede absürt bir biçime büründüğünde, wokeizme özgü şu tuhaf iddialarla karşılaşırız: Matematik ve bilim bile beyaz üstünlüğünün araçlarıdır ya da güçsüzlerin dışlanma mekanizmalarıdır. En basit matematiksel ifadeler bile—örneğin “iki artı iki dört eder”—epistemik baskı biçimidir. Bilimsel yönteme uymanın dayatılması, yalnızca belirli bir bilgi üretim biçiminin iktidar aracı olarak zorla kabul ettirilmesidir. Artık hiçbir şeyin “gerçek” olduğunu katiyetle söyleyemezsiniz.
Antagonist Bir Toplum Teorisi
Eleştirel teorinin—dolayısıyla wokeizmin—üçüncü temel niteliği, toplumsal ilişkileri esasen düşmanlık temelli gören bir kuramdır. Eleştirel teorisyenler bu düşünceyi Karl Marx’tan alırlar ve Marx’ın etkisi, eleştirel teorinin her yerine ve dolaylı olarak wokeizmde de açıkça görülebilir. Marx, Hegel’in tarih anlayışını—tez ve antitezin sentezde buluşarak Mutlak Tin’in sürekli gelişimine yol açtığı düşüncesini—ters yüz eder ve diyalektik materyalizm teorisini geliştirir. Ona göre toplumsal dünya, ezenler ve ezilenler olarak ikiye ayrılmıştır. Bu ayrım, Marx’ın okumasında her zaman ekonomik temellidir: Üretim araçlarını elinde tutanlar ve bu hakimiyet yoluyla sömürülenler.
Ayrıca Marx, Hegel’den çok etkili bir kavram daha ödünç alır: efendi-köle ilişkisi. Bu kavram, günümüz tartışmaları üzerinde ciddi etkiye sahiptir. Bu doğrultuda tarih, sürekli bir çatışma hâlinde olan grupların—egemenler ve boyun eğenler, efendiler ve köleler—sonsuz antagonizmi olarak görülür.
Marxist felsefenin temel amacı, mevcut sistemi devirecek ve ezilenleri özgürleştirecek sınıf mücadelesini körüklemektir. Marx, Feuerbach üzerine tezlerinde şöyle yazar: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar; asıl mesele onu değiştirmektir.” Bu veciz söz, tüm eleştirel teorisyenler tarafından büyük bir coşkuyla benimsenmiştir; aslında teorilerini “eleştirel” kılan şey tam olarak budur. Onların felsefe yapmaktaki amacı, kölelerle efendiler, varlıklılarla yoksullar arasında şiddetli bir çatışmayı kışkırtarak Komünist devrimi gerçekleştirmektir.
Bu doktrinin önemli bir evrimi, eleştirel teorisyenler tarafından gerçekleştirilmiş ve ezen-ezilen kategorileri yalnızca ekonomik alanda sınırlı kalmayacak şekilde genişletilmiştir. Artık sömürgecilik yoluyla ezilme, cinsel ezilme, ırksal ezilme, toplumsal cinsiyet temelli ezilme gibi başka boyutlar da tanımlanmıştır. Bugün woke aktivistler bu kategorileri çok daha coşkulu biçimde genişletmektedir. Ancak temel dinamik değişmemiştir: her durumda bir efendi-köle, ezen-ezilen ikiliği vardır.
Bu bağlamda son derece ilginç bir bağlantı, Derrida’nın dilsel sistemimizi ikiliklerin (binary) musallat olduğu yapılar olarak görmesidir. Derrida’ya göre dilimiz, temel ayrımları gözetme eğilimindedir: erkek/kadın, heteroseksüel/queer, Batılı/Batılı olmayan, uygar/ilkel, beyaz/siyah vb. Anlamı genellikle bu ikilikler arasındaki gerilim üzerinden kurarız; hatta anlam, çoğu zaman bu eşleşmelerde bir tarafın diğerine egemen olmasıyla ortaya çıkar. Yani “erkek, heteroseksüel, uygar, beyaz” olan, “kadın, queer, Batılı olmayan, ilkel” olana hükmeder. Bu neredeyse bilgisayar dili gibidir: açık ya da kapalı, bir ya da sıfır. Günümüzde woke söylemin bu yaklaşımdan nasıl türediğini görebiliyor musunuz? Woke teorisyenleri, bu klasik ikiliklerin aşağılanan tarafına öncelik tanımak isterler.
Ve bu stratejinin Marxist biçimi büyük ölçüde aynı kalır: radikal toplumsal devrim adına, ezenle ezilen arasındaki çatışmanın kışkırtılması. Toplumdaki herkes, bu keskin ayrımda ya bir tarafta ya da diğer tarafta olmak zorundadır; üçüncü bir seçenek, bir sentez ya da tarafların harmanlanması mümkün değildir. İş birliğine dayalı bir toplumsal teori ise, otomatik olarak ezicilerin çıkarlarına hizmet eder kabul edilir.
Marx, eleştirel teori üzerinde en güçlü etkilerden birine sahip isimdir ve wokeizm sıklıkla bir kültürel Marksizm biçimi olarak tanımlanır. Bunu zaten çatışmacı toplum teorisi bağlamında gördük; fakat burada özellikle Marx’ın altyapı/üstyapı doktrinine dikkat çekmek istiyorum—ki bu kavram günümüzde son derece etkili olmuş ve özellikle 2020 yazındaki woke aktivist söylemlerinde sıkça duyduğum bir temaydı.
Marx’ın düşüncesi temelde indirgemecidir. Ona göre, tüm toplumsal yaşamın nihai temeli ekonomik mücadeledir. Her toplumun kalbinde, ekonomik hayatını nasıl organize ettiği sorusu yatar. Bu nedenle, antik dünya bir köle ekonomisine, Ortaçağ bir feodal ekonomiye ve modern dünya bir kapitalist ekonomiye sahiptir. Bu ekonomik sistem, toplumun özüdür—altyapıdır (substructure).
Ancak bu tekil ekonomik yapı, kendisini koruyacak bir koruyucu kabuk üretir: toplumdaki hemen her şeyi kapsayan karmaşık bir sistem, yani üstyapı (superstructure). Bu üstyapının temel işlevi, altyapıyı korumaktır. Dolayısıyla Marx’a göre, kapitalist sistem kendisini siyaset yoluyla korur: siyasetçilerin nihayetinde ilgilendiği şey, altyapıyı savunmaktır. Sistem kendisini ordu yoluyla korur: yapılan her savaş, temelde ekonomik bir mücadeledir. Kendini sanat yoluyla korur: sanat, zenginler tarafından himaye edilir ve bu nedenle ekonominin servet üreten doğasını destekleme eğilimindedir. Marx’a göre en meşhur biçimde, sistem kendini din aracılığıyla korur: din, halkın afyonudur, bizi duyarsızlaştırarak baskıcı ekonomik sistemin ürettiği acının farkına varmamızı engeller. Benim gibi birinin amacı nedir? Rahipler neden sivil toplum tarafından desteklenir? Çünkü biz uyuşturucu satıcılarıyız; tüm amacımız insanları sakinleştirmek ve ekonomik altyapıyı korumaktır. Siyaset, ordu, sanat, din—bunların hepsi üstyapısal savunma mekanizmasının bir parçasıdır.
Eleştirel Teori bu yaklaşımı benimsedi, fakat ekonomik baskının ötesine genişletti. Irk, sömürge imparatorlukları ya da toplumsal cinsiyet ilişkilerinin sivil toplumun merkezinde yer alıp almadığını sorgulamaya başladılar ve bu nedenle kültürdeki diğer her şeyin bu kıymetli altyapıyı nasıl koruduğunu araştırdılar. Bunu wokeizmde neredeyse her yerde görmüyor musunuz? Bu Marksist çerçeveyi bir kez fark ettiğimizde, bu niteliğin iyi bir örneği olan “1619 Projesi”ni anlayabiliriz. Bu projeyi savunanların iddiası şudur: kölelik ve köle ekonomisinin savunusu, Amerikan projesinin tam merkezinde yer alır ve geri kalan her şey buna tâbidir. Tüm toplumu, bu son derece özel mercekten okumaya çalışırlar.
Bunu, 2020’nin korkunç yazında sık sık düşündüm; o dönemde yargı sisteminden federal hükümete kadar toplumun tüm büyük kurumlarını yıkmaya yönelik neredeyse manik girişimler vardı. En meşhur olanı, “polisin fonlarının kesilmesi” çabasıydı. Bunların hepsi Marksist bir çözümlemenin parçasıdır: bu kurumlar yalnızca bir baskı biçimini korumak için vardır ve bu nedenle onlardan kurtulmamız gerekir.
En Üstün Kategori Olarak İktidar
Son olarak, Eleştirel Teori ve dolayısıyla wokeizm, iktidarı (gücü) en yüksek kategori olarak görür. Felsefe tarihinde iktidar teması son derece ilginçtir ve klasik teologlar Tanrı’nın gücü üzerine oldukça fazla spekülasyonda bulunmuşlardır. Thomist gelenek, mesela, Tanrı’nın hem her şeye kadir hem de basit (yani bölünemez ve parçalı olmayan) olduğu fikrini temsil eder. Tanrı’nın gücü gerçekten sonsuzdur; fakat bu güç, onun varlığından, iyiliğinden, adaletinden ve diğer kemal sıfatlarından ayrı ya da onlarla çelişen bir şey değildir. Tanrı’nın tüm sıfatları ve nitelikleri nihayetinde bir ve aynıdır.
Bu soyut gelebilir, fakat çok önemli bir sonucu vardır: Tanrı’nın gücünün keyfi ve mutlakçı bir hâl almasını engeller. Tanrı sonsuz gücüyle “iki artı iki beş eder” diyebilir mi? Eğer sonsuz gücü varsa, neden olmasın? Ya da Tanrı zina yapmayı bir erdem hâline getirebilir mi? Zina kötüdür demişse, onu iyi ilan edemez mi?
Thomas’ın cevabı “hayır”dır. Çünkü böyle yapmak, Tanrı’nın gücü ile varoluş biçimi arasına bir ayrım koymak olurdu. Thomas, Tanrı’nın “iki artı iki beş eder” gibi imkânsız şeyleri yapamayacağını söylemenin, onun gücüne bir sınır getirmek olmadığını ısrarla savunur; çünkü “iki artı iki dört eder” gerçeği, Tanrı’nın hakikatine bir katılımdır. Aynı şekilde, Tanrı’nın “zinayı bir erdem” yapamayacağını söylemek de bir sınırlama değildir; çünkü bu, Tanrı’nın kendi iyiliğiyle çelişir. Tanrı ne yalana ne de günaha sarılabilir, çünkü bunlar onun varoluş tarzına ters düşer.
Fakat geç Ortaçağ’da ve Erken Modern dönemde, genellikle “voluntarizm” (Latince voluntas, yani “irade” kelimesinden) olarak anılan alternatif bir bakış açısı gelişti. Bu anlayış, Tanrı’nın iradesinin önceliğine büyük bir vurgu yapar. Bunun sonucu olarak, Tanrı’nın iradesi, varlığından fiilen ayrılmış olur; Tanrı’nın potentia absolutası—yani mutlak gücü—hakikatin ve değerin keyfî belirleyicisi hâline gelir. Buna göre, belirli fiiller Tanrı öyle dediği için ahlaken yanlıştır; belirli önermeler Tanrı öyle buyurduğu için doğru ya da yanlıştır. Descartes, Tanrı dilerse “iki artı iki beş eder” bile diyebilir, noktasına kadar gider. Voluntarist Tanrı, Aquinas’tan farklı olarak, gerçekliği yeniden tanımlayabilecek ve ona hükmedebilecek bir güce sahiptir.
Mezkur dönemde Tanrı bağlamında ortaya çıkan bu voluntarizm, modern dönemde insan düzenine aktarıldı ve burada da güç/iktidar yeniden aşırı vurgulanan bir tema hâline geldi. William of Ockham’ın özgürlüğü “evet” ile “hayır” arasında süzülen mutlak bir egemenlik olarak tanımlaması; Schopenhauer’in “irade olarak dünya” anlayışı; ve en açık örnek olarak Friedrich Nietzsche’nin “güç istenci” kavramı buna örnektir. Eğer Tanrı öldüyse, potentia absoluta(mutlak güç) nereye gider? Bize geçer. Nesnel değerlerle sınırlandırılmamış olan bizim güç istencimiz, voluntarist Tanrı’nın gücüne benzer hâle gelir. Ve tüm bu anlayış, Sartre’ın varoluşçuluğunda tam ifadesini bulur: birey, özgürlüğü içinde, iyi ve kötü üzerinde tanrısal bir hâkimiyete sahiptir.
Böylece voluntarist Tanrı, voluntarist, her şeyi yaratan ve tanımlayan benliğe dönüşür: Ben, mutlak özgürlüğüm temelinde gerçekliğin doğasını belirleyebilirim; bana ne yapmam gerektiğini söyleme, kim olduğumu da söyleme. Tanıdık geliyor mu? Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’nin 1992 yılında verdiği meşhur Casey v. Planned Parenthood kararında, kürtaj konusundaki şu ifadeler kullanılmıştı: “Özgürlüğün kalbinde, bireyin kendi varlık, anlam, evren ve insan hayatının gizemi anlayışını tanımlama hakkı yatar.” Sadece bu mu? İşte burada da potentia absolutanın Tanrı’dan alınarak bireyin benliğine, yani kendisinin potentia absolutasına devredilmesini görüyoruz.
Tüm bu fikirler, Michel Foucault’nun düşüncesinde bir araya gelir. Foucault, Derrida ile birlikte, postmodern dönemin belki de en etkili düşünürüdür. 1989 yılında Paris’te doktora çalışmalarıma başladığımda—Foucault’nun ölümünden yalnızca beş yıl sonra—filozofun baykuşumsu yüzü şehirdeki her kitapçı vitrininden bana bakıyordu. Foucault o kadar baskın bir figürdü ki, ondan kaçınmak mümkün değildi.
Foucault’nun düşünsel projesinin merkezinde, entelektüel arkeoloji adını verdiği bir yaklaşım yer alıyordu: günümüzün çeşitli toplumsal pratiklerinin yüzeyinin altını kazarak, çoğu zaman çelişkili olan tarihsel kökenlerini ortaya çıkarmak. Bu çerçevede delilik ve akıl sağlığı, suçluların nasıl cezalandırıldığı, insan cinselliği gibi konulara eğildi—ve bu temaların farklı dönemlerde bambaşka biçimlerde ele alındığını gösterdi. Bu onu, nesnel hakikat ve değer iddialarını bir kenara bırakmaya ve bunun yerine, daha önce gördüğümüz gibi, iktidar ilişkilerini ve güçlü insanların iktidarlarını korumak için kullandığı dil ve zorlama stratejilerini incelemeye yöneltti.
Bugün wokeist teorisyenleri dinlediğimizde, kendini yeniden icat etme arzusu dizginlenemez durumda ve baskı oyunları her yerde. Nihayetinde mesele, tamamen güçle ilgilidir. Bu, Michel Foucault’nun halk için uyarlanmış hâlidir.
Wokeizm ve Katolik Sosyal Teorisi
Eğer wokeizme dair en azından nispeten yeterli bir tablo sunabildiysem, bu ideolojinin Katolik Sosyal Teorisi ile açıkça çeliştiğini görebileceğinizi düşünüyorum. Öncelikle, Katolik Sosyal Teorisi her bireyin gerçekten sonsuz bir onur sahibi olduğunu kabul eder, fakat değerlerin yaratıcısı olduğunu kabul etmez. Eleştirel Teori’nin çizgisinde olduğu gibi, egemen benliğin değerleri icat ettiğini söylemek—bu son derece tehlikeli bir söylemdir. Katolik Sosyal Teorisi, bana kalırsa, değer üreten benlik anlayışına karşı durur. Onun sosyal teorisinin kalbinde ise sevgi yer alır. Her insan sevgiye çağrılır; ve Aziz Thomas Aquinas’ın dediği gibi, sevgi bir duygu değil, iradenin bir eylemidir: başkasının iyiliğini istemektir.
İlgili olarak, Katolik Sosyal Teorisi, hakikatin göreceli hâle getirilmesini ya da Derrida’nın anlam ve bilginin sürekli ertelenmesi fikrini kabul etmez. Aksine, hem epistemik hem de ahlaki açıdan değerlerin nesnelliğini ve bu değerlerin araştırıcı akıl tarafından bilinebileceğini savunur. Eğer biz değerleri kendimiz icat ediyor ve birbirimize belirsiz bir hoşgörü gösteriyorsak, birbirimizi gerçekten sevemeyiz. Sevgi, adeta, nesnel değerler hiyerarşisinin arka planında kendini göstermelidir; her birey de kendini bu hiyerarşi içinde konumlandırmalıdır. Aksi takdirde, nesnel iyiliğe dair güçlü bir farkındalık olmadan, sizin için neyi istemem gerektiğini bilemem.
Üçüncü olarak, Katolik Sosyal Teorisi, sosyal gerçekliği Marxist tarzda çatışmacı bir biçimde anlamayı savunmaz. Bunun yerine, sınıfların, bireylerin ve kurumların karşılıklı bir şekilde birlikte var olduğu ve birbirini düzeltici biçimde etkileştiği işbirliğine dayalı bir anlayışı benimser. Bireyler, toplumsal sınıflar, işçiler ve işverenler hep birlikte çalışırlar. Toplumu çatışma temelli görmek ve şiddeti körüklemek, Katolik Sosyal Teorisi’nde hiçbir şekilde yer bulmaz.
Dördüncü olarak, Katolik Sosyal Teorisi, “birlik” ile “çokluk” arasındaki ikilemi Marxist yöntemle, yani altyapı/üstyapı çerçevesiyle çözmeye çalışmaz. Toplumu bu şekilde okumak, umutsuzca indirgemeci ve tehlikelidir; altyapı dışında kalan her şeyi açığa çıkarılması ya da ortadan kaldırılması gereken bir sorun olarak görür. Oysa Katolik Sosyal Öğretisi, toplumu karşılıklı bağlılık içinde var olan bireyler ve kurumların karmaşık bir ağı olarak görür. Her şey ekonomiyle, siyasetle ya da kültürle açıklanamaz; bunların tümü birbirine içkin olarak birlikte işler. Gerçekte, ne zaman “Her şey aslında [boşluğu doldurun]’a dayanır” derseniz, yanılırsınız. Toplum karmaşıktır—ve tam da bu yüzden güzeldir.
Nihai olarak, Katolik Sosyal Teorisi, iktidarın en yüce değer olduğu fikrini yarı-voluntarist bir şekilde kesinlikle benimsemez. Bunun yerine, adalet ve sevgiyi—yani her kişiye hakkını vermeyi ve başkasının iyiliğini istemeyi—en yüce değerler olarak görür. Bu iki değer, kendinde değerlidir, yani sırf kendileri oldukları için değerlidir. Adaletsiz bir şey yapmanın doğru olduğunu hayal edebilir misiniz? Sevgi göstermemenin doğru olduğu bir durum olabilir mi? Elbette hayır, çünkü adalet ve sevgi mutlak değerlerdir. Katolik Sosyal Teorisi’nin bu iki fikri ifade etmek için kullandığı dil, subsidiarity (yetkiyi yerele verme) ve solidarity (dayanışma) kavramlarıdır. Güç, elbette her toplumsal düzende bulunan bir dinamiktir; fakat Katolik öğretide, bu güç onu yönlendiren ahlaki değerlere tâbidir.
Buna karşılık, bugün çoğu zaman mutlak değerler olarak sunulan “çeşitlilik” (diversity), “eşitlik” (equity) ve “kapsayıcılık” (inclusion), Ortaçağ düşüncesinin deyimiyle secundum quid değerlerdir—yani belirli koşullara bağlı, sınırlı ölçüde değer taşıyan kavramlardır. Bunlar mutlak değildir. Örneğin bir üniversite ne kadar “kapsayıcı” olursa olsun, yine de belli öğrencileri dışarıda bırakarak bir topluluk oluşturur. Buradaki mesele, kapsayıcılığın secundum quid anlamında iyi bir şey olmasıdır; eşitlik ve çeşitlilik için de aynı şey geçerlidir. Bu üç değer, Fransız Devrimi’nin meşhur üçlüsüne benzer: liberté, égalité, fraternité (özgürlük, eşitlik, kardeşlik). Bunlar da ancak belli şartlarda geçerli, göreli değerlerdir. İkincil değerleri birincil değerlermiş gibi öne çıkardığınızda, ulusunuzu kısa yoldan kaosa sürüklersiniz.
Eğer wokeizme entelektüel olarak ciddi bir şekilde karşılık vermek istiyorsak—ki unutmayın, bu hareketin teorisyenleri tartışmanın duygusal düzeyde kalmasını ister, zihinsel alana taşınmasını istemezler—hem bu ideolojinin kökenini hem de Katolik Sosyal Öğretisi’nin ona ne kadar güçlü şekilde karşı durduğunu anlamamız hayati önemdedir.
Piskopos Robert Barron
Bu makale, Piskopos Barron'un başında olduğu Word on Fire kuruluşunun izniyle yayımlanmıştır. Orijinali için tıklayınız. Çeviren: M. Bahadırhan Dinçaslan